Yazar ve şair Nisa Leyla ile söyleşi

Yazar ve şair Nisa Leyla ile söyleşi.

Yorum bırakın

Filed under Şiirler

AH BİZ ŞAİRLER

AH BİZ ŞAİRLER                                                              NİSA LEYLA

 

Cihan Oğuz kim ? Şiirler ve şairler arasında cebelleşen biri mi?  Yazdığı şiirler yetmemiş, şiirimin neresindeyim, neresindeyiz şiirin demiş, büyük bir hesaplaşmayla kendini baş başa bırakmak yerine, bu hesaplaşmayı bir iç döküş, bir yüzleşme olarak bizimle paylaşmayı yeğlemiş biri. Ah Biz Şairler’i okuduktan sonra, şiirlerini tekrar okutan ve Türk ile dünya şiirinden, yüreğimizdeki şiire kadar bizi indiren; şair ile şiirin aşkını masaya yatıran biri.

Şiir nedir? Zavallı mıdır? Yoksa biz şairleri zavallı insan konumuna getiren midir? Yalnızlığı vird edinerek,’’Tanrı ile İnsanın buluşabildiği tek Araf…’’,’’hedef tahtasına kendisini koyan, dünyadaki öteki insanlara ders vermeye çalışan ve hayatı öğretmeye gayret gösteren dizecikler cehennemi’’ midir? Ama aynı zamanda bütün sanatları atomize ederek öne çıkmayı başaran da o değil midir? Oğuz, bir Tanrı yetkisi de yüklemiş şaire. Titiz,anlaşılır ve zaman zaman bizi gülümseten örnekler vermekten geri kalmıyor : ’’Peki şair tüm bu Tanrısal özellikleri ile yetkileri arasındaki uyumu nasıl sağlayacak? Bu noktada şairin yazdıklarının poetikasını da savunma zorunluluğu ortaya çıkmaktadır ki; bana sorarsanız bu tam bir ofsayt pozisyonudur! Niçin mi? Siz hiç yaratısının hesabını veren bir tanrıya rastladınız mı?’’

Şiirin ölüme karşı bir direnme savaşı olduğunu biliyoruz. Cihan Oğuz, ‘’şair nereye kadar ölümsüz ?’’diyerek , şiirin mi şairin mi ölümsüz olduğunu irdeliyor. Bu çağda ve bu teknolojide nasıl bir ölümsüzlük vardır sorusuna cevaplar arıyor ve gerçek şairlerin tanrısallığından söz ederek, farklı ve şiiri okşayıcı bir boyutta irdeliyor; şiirin,  sokağın ve şairin  kalabalıklar içinde yapayalnız olduğunu vurgulayarak.

Şiir insan ruhundaki çatlağın yamanması mıdır? Bunun için mi şiire sığınır şair? En az malzemeyle en zoru başarma savaşımındadır ; kalbiyle. Asidir, şövalyedir, bir ahir zaman peygamberidir. Gerçek şair, hayatın olanca karmaşasına rağmen, vicdanından milim ödün vermez, otoriteye, iktidara, statükoya ve ırka dayalı yalan yanlış oluşumlara kafa tutar.’’Ne

yani, 90’lı yıllara kalamadığı için tu kaka edilen bir vicdani süreç, öyle kolay mı kaybolacak yeryüzünden sanıyorsunuz?’’

Herkesin hayattan koparak yaşar sandığı şairlerin gerçekte hayatı herkesten çok sahiplendiğini de okuyoruz; dünyanın vazgeçilmezleri olarak. Geçmişin girdabından,geleceğin elinden tutan şair, tanrının insana bahşettiği en kutsal iksiri içmiştir; şiiri.

Peki şiir yazmanın belli bir süresi var mıdır?  Şairi en çok yoran ne? Kapitalizmin jargonuyla her şairin bir raf ömrü mü vardır? Bugün pek çok şairin  bilerek veya bilmeden içine düştüğü durumlar nelerdir?  Türk  Şiiri’nin  geçirdiği takatsiz süreçler vardır ve bunları göz önüne alarak yaşamalı ve yazmalıdır şairler. Yavanlık nerededir?  Tekdüzelik nereden kaynaklanmaktadır? Tıkanmak bir ölüm müdür? Şair hayatın neresindedir?

Şiirimiz argoya hazır mıdır? ‘’Can Yücel’’in şiirdeki vurgusu, tam bir Osmanlı tokadı’dır.Asil ve muhalif  bir alan (çelişkili)olan şiirde, çözümü şiirin kendisinin vermesini bekleyeceğiz fakat argosuz, sakin sessiz duran şiir risk almayan şiirdir.’’ Konformist şairler, adının risk uğruna lekelenmesini istemez. Bu yüzden de riske girmekten kaçınır .  Sütliman meteforlar ve eskimeye yüz tutmuş imgelerle ömür doldurur’’O halde şiir,riski sever ,hele de gelişmeyi geliştirmeyi onaylayan bir şiirse.

Şiir bir kusursuzluk arayışıdır. Yazar, eleştirmen ve okur üçgeninde,egoların savaşı eserin konumu ve her birine ayrı ayrı düşen görevler.Tarihte hangimiz yargılanacak,hangimiz kalacağız? Eserlerin okur ve  eleştirmenlerle düştüğü konumlar,incelenmeğe değer.Geçen yüzyıllarla beraber,değeri bilinen ve/veya bilinmeyen göz ardı edilen şairler olmuştur,olacak-

tır. Keşfedilmeyi bekleyen vasat şairler, görevini yerine getiremeyen vasat okurlar ,şiiri ağlama duvarı haline getiren karşılıklı edebi kıyafetlere  bürünmüş insanları; irdeliyor incitmeden sorguluyor Cihan Oğuz. Sadece şiiri ve şairi değil,okuru da ele alıyor. Şair-şiir ilişkisini,üstelik içimizdeki şiiri de kımıldatıp sorguya alıyor :Şairiyle okuruyla eleştirmeniyle sorunlarla şiirdeki işimiz ne?Herkese ama herkese soruyor.Ödül müdür amacımız? Popüler mi olmak? Sığıntı mıdır şiir? Şair ne ister, okur nedir, en önemlisi de eleştirmenin fonksiyonu nedir? Ödüllerin de zamanı geçecek çünkü ödülün de utancını taşımak zorunda kalmayacak bir nesil yetişecektir. Zamanla ve tanrıyla yarışan şair! tanrı mı şairdir yoksa şair mi tanrıdır?

Ya siz ne dersiniz? Tanrıyla rekabet edebilen şair, ne korku taşımalıdır yüreğinde ne de korku yansıtmalıdır okuruna. Okur da cesur olmalıdır o halde. Dolasıyısıyle de cesur eleştirmenlere ihtiyacımız olacaktır şüphesiz. Bu; cesur bir toplumun temel yapı taşlarını oluşturmuyor mu? Şairlerin en fazla kendileriyle hesaplaşmaları gerekmektedir. İşte gerçek şiirler de böyle ortaya çıkar.

Oğuz, şairin ve şiirin ruh haline dokundurmalar yaparken, kapısını biz okurlara açık bırakıyor. Bizim de kitabı okurken, kendimizi şiirimizi okurumuzu irdelememizi sağlıyor. Herkes bulunduğu konumu, şiirini gözden geçirmek zorunda kalacak. Dikkat! Bu kitap ya şiirinizin gelişmesine ya da şiir hayatınızın bitmesine yol açabilir. Kesinlik taşımayan, sözcük-

lere hüküm giydirmeyen Oğuz, sade anlatımıyla, örneklemeleriyle bize evrensel şiirin temel ilkelerini deneme ve dokunmalara sararak, kah yumuşatarak kah çıkışlar yaparak sunuyor. Cinsel bir ilişki ile bir aşk havasına sokuyor şiiri ve egosuz bir birlikteliğe de göz atmamızı sağlıyor. Ah biz şairler’in şiirle olan bitmeyen serüvenlerini bir cümle bekliyor kitabın sonunda:’’hayat niçin bizim canımızı bu kadar acıttı?’’ Şiirin canımızı okşadığını mı acıttığını mı irdeleyen bir ayna ‘’Ah biz şairler ‘’;  okura, şaire, şiire ve eleştirmenlere ithaf olunur.

 

NİSA LEYLA

Varlık Temmuz 2014

Yorum bırakın

Filed under Şiirler

HÜZÜN

HÜZÜN

Çok derinleşiyor hüznüm. Sessizliğimi duyuyorum. Dışardaki arabaların ninnisi, perdelerin soluk alıp verişi. Bir taşım ve çarpıyorum kendime. Başıma konmuş bir taş daha var. Çarpışıyoruz. Zararı kafam görüyor.
Seyretmekten başka bir şey yapmadığım hayatım, önümde bir film gibi durmuş. Hayır oynamıyor. Diğer odadan çocuklarımın sesi geliyor. Hayat biraz kımıldıyor sonra gene duruyor. Hücrelerim çok ağır. Bazen yumuşuyor, bazen de saatlerce gökyüzünden pay almak isteyen melekler gibi, bana baskı yapıyor : ‘’Gökyüzüne bak !’’ Bana baskı yapanın, kafamdaki bu hücrelerin olduğundan eminim. Ne zaman gökyüzüne baksam, kafam kendinden geçiyor. Ruhumun da elinden tutması kötü, onu da sürüklüyor.
Hüznüm, bir genç kızın heyecanından geçmiş, bir taşa ev sahipliği yapıyor. Hiç ama hiç kimse ona değsin istemiyor. Şakaklarımda koşan şiirle saklambaç oynarken, dizeleri kör noktalara atıyor. Sinirlenmiyorum, kızmıyorum. Bu ne zamana kadar böyle devam edecek diye bekliyorum.
Dostsuzluktan mı ? Boşluktan mı ? Başıboşluktan mı ? Arkadaşlarım çalış diyorlar. Bu demektir ki ; boşluğunu ‘’para kazanma kaygısı’’yla doldur. Günü birlik yaşadığımı, bu dünyaya hiçbir şey bırakmak istemediğimi ve bu dünyadan da bir şey götürmek istemediğimi biliyorlar halbuki…Para için savaşmamın beni delirteceğinden haberleri yok demek ki…Hoş, kendimi ne toplum insanı ne de normal biri addetmiyorum fakat en azından, normal bir görünüm vermeyi başaracak kadar aklıma mukayyetim, hala. Bence bu da iyi. Ha, nerede kalmıştık ?
Boşluk ! Bu boşluk beni öldürsün, yesin, bitirsin ! Bir böcek gibi her yerimi kemirsin istiyorum. Hüznün verdiği ve vereceği bütün hazları yaşamak istiyorum. Rahat ve yoz yaşamak ve yaşlanmak yerine ; doğaya, insana, hayata meraklı gözlerle bakıp, esrikliğimi deli kutumda beslemeye devam etmek istiyorum.
Hüznüm benim diğer adım olsun istiyorum. Kuyumdan çektiğim acılar bitmesin, kalbim ağırlaşsın, beynim ızdırap çeksin ne çıkar ! Kışa tuzlayıp, sakladığım hayatımı, yıkayıp tekrar bahara saklarım. Bu böyle böyle kandırır beni, sözcüklerimi ve beni çoğu zaman dövmeden duramayan hüznümü…
Duvarımdaki çatlaklardan, yağmurun sızmasını bekledim. Hüzün sızdı şakaklarımdan. Ağlasam ne, ağlamasam ne…

NİSA LEYLA
Çağdaş Yaşam-Mayıs 2014

Yorum bırakın

Filed under Deneme

ŞAİRDEN AKRABA OLMAZMIŞ

ŞAİRDEN AKRABA OLMAZMIŞ…

‘Tuna ‘’Şairler akrabam olur’’ yazısından alındığını söyledi. ‘’Biz senin akraban değil miyiz?’’ diye sordu. Şiir gibi yaşayan şiir insanlara ithaf olunur ….’

Uygarlığa döndüm, söyleşilerimi ve şiirlerimi doğayla paylaşırken…Aileme, akrabalarıma, arkadaşlarıma biraz yana çekilir misiniz diye ricalarda bulundum. Sonra yalvardım göklere yakardım sonra da yükselmeye başladı sesim : ‘’Kenara! Kenara çekilin, bunca yıldır arkamda ve gölgemde gizlenen şiirimi oturtmak istiyorum yanımda içimde ve hatta önümde…’’
Uygarlığa döndüm döneli uygarlık neydi ? Şiirin okunduğu bağrıldığı şiir ülkesi değil miydi düşlediğim. Güle oynaya insanlığın, kardeşliğin, güzelliğin özgürce boy verdiği şiir ülkesi …Reenkarnas- yonlardan ve kısa süreli de olsa, gördüğüm psikolojik tedaviden sonra, şiiri şiirimi ararken şairlerde, ortamlarda, kitaplarda, toplantılarda ve dostlarda …hedefime bilinçsizce yönelmiş sezgilerimle…şiirimi zorla yanıma oturttuktan sonra, şöyle bir dönüp baktılar kitaplardan fırlamış isimler:
-Kimsin sen? Hayatını şiir için zindana çevirmeye çalışan sen, kimsin? Onulmaz boşluklarının sebebi
ne ola ki, ailen yok mu senin? Tombaladan çıkmış bir isim…
-Kimsin sen? Kimsin? Nasıl okumuş da bunca sene bir kenarına hayatın büzülüvermişsin. Ah! Zavallım ne kadar da seviyorsun şiiri , aktaramamışken kendini hayata, ne işin var hayatla?
-Kimsin sen? Kimsin? Oscar Wilde’ın Mürver Ağacı mısın?
Dördüncü kez : kimsin sen? Nietche’yi biliyorsun, doğum tarihini ezberlememişsin. Kendinden fazla ezberleyeceksin Fransızı, İngilizi, Rus, Amerikan şairleri…
-Kimsin? İkinci Yeni’den beri bir yenilik yok olmayacak da şiir öldü, kimsin?
Bana ezberlediğin şiirleri oku, şiir atölyesine git, en iyisi hiç yazma, böylesi daha iyi…
Aynı tünelde çalışan işçileriz dedim. Madımak’ta beraber yandık, dedim. Yeniden küllerimden doğdum dedim. Elektronlaşmış hücrelerimle insan içine çıkamayan ben şair içine çıktım. Hatırladınız mı beni?
-Her ihlal yeni bir ihtilal, dedi güneş içimi yakarak yine de yaz şiirini…
Yannis Ritsos, bana şiirini yazdı:
‘’doğarım ve ölürüm / bedeninde / ve tekrar doğarım’’
Doğ ve doğur beni Ritsos! Yardımına ihtiyacım var, geceleri, gündüzleri, kitaplardan sokaklardan sesim var:
-Sevdiklerim şairlerim…benim…
Tuna:
-Ben sana inanıyorum, dedi.
Peter Pan mısın Tuna? Perilerle bağırdılar hep bir ağızdan:
-Sana inanıyoruz !
Tuna, sokaklara, Tuna, delilere Tuna çocuklara, Tuna şiire aşık Tuna…Sen şiire benziyorsun şiir gibi yaşıyorsun Tuna. Ahmet biraz daha hızlı yaşıyor biraz daha hareketli. Sen incitmeden şiiri yaşıyorsun. Ahmet de öyle. Okurken bile korkuyorlar incitmekten şiiri.
Ah şairlerim benim canımdan can dostumdan dost bildiklerim…Yaralandım. Goethe’den, Rilke’den, Kavafis’ten yardım dilenmeyeceğim geçtim yanlarından içtim sularından. Dönüp dönüp bakarım belki, onlara, Yunus Emre’ye, Sheakespeare’e, Mayakovsk’ye, Sartre’ye, felsefe’ye, unuttuklarımı tekrarlamak için döneceğim fakat yanlarında kalmak ve hep onlarla yaşamak istemiyorum. Yanınıza geldim. Yarama merhem olacak olan şiirimdi şair içine girdim. Ah, varoluşçuluk değil derdim. Yaralıymış herkes benim gibi gördüm. Tekrar yaralandım. Ekseriye bitirmişti herkes kalkınma sürecini. Bense hala gelişme sürecindeydim. Kalkınsam bile yetmez ki dedim Tuna’ya.
-Ama ben sana inanıyorum dedi, Tuna, delilere, Tuna Ağaçlara, Tuna çocuklara inanıyor. Tuna’yı seviyorum. Eşi Ahmet’i de öyle. Bir kayma başladı sanki, şairlerden şiir gibi yaşayanlara. Şiir gibi yaşayanları seviyorum şiir yazıyor hayatları yıldızlarla. Ben de isterdim söyleşmeyi dağlarla derdimi anlatmayı yıldızlara şiirlerimi okumayı yalnız kalmış adalara…Ne ki uzağım daha yalnızlığın özgürlüğünden…Şiire koşalım yalnız şiire…Şiir şiir yaşayan insanlarla…Aristo’nun, ve Platon’un dolu dolu ve deli deli yardımları için buradan bir teşekküre yeltensem, onlara yalakalık yapıyor olduğum zannına kapılmazlar değil mi?
Bilincimizin değişmesi ve düzelmesi, eziyet çeken ve isyan eden bir ruhla, libidomuza karşı çıkan yeni egomuzla oluşur. Bu bozulma ve/ veya değişmeyle de yeni oluşumumuzu
ortaya koyabilme avantajını ortaya çıkarmış oluruz; iyiliğin güzellikle harmanlandığı, kalbin de bilimle iç içe olduğu sınıfsız kavramlarla.
Hiçliğin barındırdığı imkansızlığın yolculuğunda, sezgilerimle atıldığım sokaklardayım şimdi…Konuşmayı öğreniyorum yeni yeni hecelemeyi şiirde yeniden. Değişen toplum şartlarına uyumsuzluğumun, yeniden oluşumumun yeni olmaya çalışmanın yeniden zorluğu baş gösteriyor şiirimin gövdesinde.’’Ama kendi evin kardeş evinde bile unutulmuyor’’ diyor ya Nazım, şiirin evini
hiç bir yerde bulamayacağız şiir kalbimizden başka. Hem şiirinin şiirini kuşkuya düşürmeden korumak, hem duygusunu korumak, hem gelişmelere ayak uydurmak ve inanmak…şiire ve şiir ruhlu insanlara inanarak yaşamak….Socrat ve İsa gibi inatçı davranarak, sanatta özgün olmaya çalışmaktan ve bu uğurda ödeyeceğimiz bedelden kaçmadan yaşamak zorunda olmak. Gökyüzünü sadece gökyüzü olarak görmeden ihtiyaç duyduğumuz seslere yaslanarak, kapitalist duygularımızın gökyüzümüzü
somurmasına izin vermeden çıplak ellerimizle yoğuracağımız şiir bizim şiirimiz olacaktır.
Uygarlığa döndüm söyleşimi ve şiirlerimi bulutlarla paylaşırken…Kağıt paranın yeniden icad edildiğini, dostlukların peçete gibi masalarda kaldığını gördüm.Halbuki o peçetelerdi gözyaşımı silecek olan…Babamın ölümünde beni teselli eden bir ayağı kırık sandalyem gene dizemden çıkıp, Ece Ayhan işlemeli bir mendille sildi en son gözyaşımı:
‘’Ağlayan bir melez ben
Anlatılmaz bir kılıçtır kuşanmış taşırım belimde kara duygululuk’’…

NİSA LEYLA

Sincan İstasyonu ocak-şubat 2014

Yorum bırakın

Filed under Deneme

UĞULTU

UĞULTU
Sabah kalktım. Rüyamı hatırlamaya çalıştım : İki şair vardı evimde, hem de yurt dışından. Aile fertlerinin kalabalığına bakmadan ve ses çıkarmadan odadan odaya sekerek, bağdaşlar kurarak yaşıyorlar bizimle beraber. Hiç şaşırmıyorum. Sadece onlarla yabancı dilde konuşmaya çalışıyorum. Ne konuştuğumuzu da bilmiyorum. Ne işleri var evimde, hiç yadırgamıyorum.
Rüyalar böyle güzeldir işte. Bu yüzden rüyaları çok seviyorum, gerçek kimliğime uygun. Mantığın aranmadığı ve belki de öyle olması gerektiği bir yaşam… Lisedeyken, eve götürdüğüm turistler için, annem ‘’bu erkeklerin evde işi ne ‘’ dediğinde (toplum insanı), ’’bunlar erkek değil, turist’’(çocuk ruhu) demiştim. Yıllarca bu çocuk ruh gitmedi benden. Anneme bürülü toplum dimdik ayakta durdu hiç yıkılmadı. Ben de inatçı kendini bilmez çocuk ruhumla baş başa kaldım. Neden baş başa ? Böyle bir ruhu kim kabullenir ? Rol mü yapıyorsun diye sorarlardı arkadaşlarım , üniversitedeyken ? Hayır ! Rol yapmıyordum. . Herkes çocuk ruh hallerini övüyor. Hayır arkadaşlar, övmeyiniz ! Toplumda bedeni kocaman, ruhu çocuk olanlar pek rağbet görmez efendim. Böylelerini çocuklarıyla bir eve tıkmaya devam ediniz. Sevdiği kitapları eline veriniz. Heyecanı artsın. İşe yarar bir kaç dize yazsın, yeter ! Bunları toplumdan bile siliniz ! Nedir ki çocuk ruh ? İç ben’le dış ben birbirine karışmış…Nerede nasıl hareket edeceğini bilemeyen insan profili ? Ben bile sevmem böyle insanları (!)…
Ha şiir diyordum…Şiiri bu yüzden seviyorum. Şartsız koşulsuz rüyalarımla hayallerimle hayatımı harmanlayan, gülümseyerek beni kucaklayan şiiri. Peki, ya benim şiirle gerçek hayatım ne olacak ? Ya şairlerle şiiri karıştırıverirsem ? Evet karıştırıyorum ve bu hiç hoşuma gitmiyor. İç benimle dış benim iç içe ve sarhoş. Oh ne ala ! Bunu da şiir işçisi kasvesi altında bana yutturmaya çalışıyor ruhum. Sonra da Sartre’nin ‘’var olanı açığa çıkaran görünmeler; ne içerinindir, ne de dışarının. Hepsi de eşdeğerdir ‘’cümlesine sığınıyorum, mutlu oluyor rahatlıyorum. Yüzyılların, zamanın ve toplum kurallarının içinden çıkamıyorum. Kadınlık hallerine isyan edeceğim derken, ne konuştuğunu da bilmiyor ruhum. Hemen şiire sığınıyor : Şiirde kanun kural bilmez dizeler, imgeler ruhumu gene rahatlatıyor : ooh!.. Şimdi şiiri tanımlamaya çalışmayacağım, imgelerin özgürce uçuşmalarının altında neler yattığını da anlatmayacağım. ‘’sanatçının ruhunun ve kafasının içinde bir tek engel, bir tek öğütülmemiş madde bulunmamalıdır’’ diye Woolf’tan kısaltılmış bir kopye çekerek, cümlelerimi destekliyorum. Virginia, illa ki kendini koru diyor kadınlara, bir elimde Virginia, bir elimde dizelerim şakıyorum hayat ağacımda. Ama sonra ?
Uğultular yaşıyorum. Hayır, sokakların sesi arabaların rüzgarın yağmurun sesi değil, karşıma geçmiş hayattan konuşan eş dostumun sesi; ses olmaktan çıkıyor uğultuya dönüşüyor. Demek ki, bugünkü açlığını yatıştırmamışım beynimin. Eyvah ! Kim ne konuşsa, ne yapsa, uğultu ! Hareketler, sesler, sözcükler …her şey ve herkes… Dinlediğim sözcükleri elma gibi portakal gibi evirip çeviriyorum, hoşuma gitmiyor, kokusu olmayan boş, organik olmayan sözcükler. Dinlemek istemiyorum. Havada birbirleriyle çarpışıp yere düşüyorlar, hiç elleme sahiplenme gereği hissetmiyorum, yaprak gibi dökülüyorlar seyrettiğim ekranda.
kendimden uzaklaştığımın belirtisi. Evime şiirime dönmeliyim. Zihnimin özgürce at koşturduğu sözcüklerle içli dışlı olmalıyım. İç ve dış’ı çok mu kullandım, olsun ! Onlar kırılmaz bana. Sizin de zihniniz darılmasın. Şiir diye sınamayın bu cümleleri. . .
Bir köşesine çekildim hayatımın, kalbimin, düşüncelerimin sindiği bir köşeye… şiir, acılarımı sağaltırken, benden biriymiş gibi davranır. Bazı sözcüklerimi beğenmez, dil çıkartır, benden daha çocuktur şimdi. Bir yanılgı, çocuksuluğuna kıyamam, derken cin gibi doğrulur üstüne başına çeki düzen verir. Dostlara böyle çıkılır der, iyi eder. Böyle zamanlarda, şiirime bırakırım kendimi. Bende de bir düzelme olur, düşüncelerim ütülenmiş, ellerim parlamış olur. Kadınlığımla çocukluğum sıkılganlıktan kurtulur, derin bir nefes alırlar…Güneş doğar, hayat gülümser derken benden habersiz bir uğultu tozcuğu yere düşmüştür. Yavaş yavaş içime tırmanmaktadır, yeni bir şiire gebeyimdir…

NİSA LEYLA Çağdaş Yaşam-Aralık 2013

Yorum bırakın

Filed under Deneme

İYİ AKŞAMLAR

İYİ AKŞAMLAR

İyi akşamlar’ını alıyorum
her akşam esnafın
alıp cebime koyuyorum
kapısına gelene kadar
yalnızlığımın.
iyi akşamlar’ını alıyorum
her akşam esnafın
filmime konan
sardunyalar, ne güzel !
ne güzel’i gözlerinden öpüyorum.

dizili selam gibi
sek sek oynayan dükkanlar
kutsallık kadar iç açıcı
iç açıcı’yı her akşam
aç karnına alıyorum.

dünyanın bütün çocukları
çiseliyor kalbime
böyle anlarda seni
daha çok seviyorum.

sincan istasyonu-tem.ağust.2013

Yorum bırakın

Filed under Şiirler

DAVRANIŞ BİLİMCİSİ

DAVRANIŞ BİLİMCİSİ

‘’beyti, kebab, rakı’’ diyor arkamdaki

yaklaşık sekiz sene içmedim
Nuh’un gemisine bindim, tekim

çoğalmazsam kızma ey ‘’geleceğim’’
yoksulluk yoruyor beni, geyikler ve
biber acılı bir hayat…

Eros! oklarından ödünç ver
fırlatsın beni havayollarıyla
dünyanın yedi harikasına
inan ki yaşamayı özlemişim

alengirli bir siyasi kararla
ciltrettireceğim kesin!
çok süslü bir bulut çoook,
uçağıma bindireceğim
ve sırtını fenerlere yaslayacağım
düzeltilmemiş şiirlerin…

Davranış bilimcisi olmuşsun görmeyeli
Sorular zinciri…

NİSA LEYLA Deliler Teknesi Mart -Nisan 2013

Yorum bırakın

Filed under Şiirler

PERDE

PERDE

temmuz alındı.bir çırpıda geçti
ve durmadan; ağustos’un sesi
dün yine dertleşirken
ışıkları törpülenmiş yıldızlarla
ömrüm, önümden geçti

Temmuz, ağustos, yıldızlar
mermerin sesi
tandırın boğucu güneşi
nasıl bir yer bu
esrik, savruk, özgür, hüzünlü
rüzgarın pelerini…

NİSA LEYLA

Çağdaş Yaşam-Mayıs 2013

Yorum bırakın

Filed under Şiirler

ÇEK BİR MAYAKOVSKİ

ÇEK BİR MAYAKOVSKİ

demişti ki bana Adnan Yücel:
-çek birMayakovski !
geçen yılların üzerine
içkisi barış, şiiri devrim
çekiiin bir Mayakovski !

dolunay gecelerinde
akikten kumlar kızıl ateş etrafında
şiirdensiniz bu gece
sevin birbirinizi sevebildiğiniz kadar
dokunun yıldızlara…

Nazım’ı gitmiş vah’ı kalmamış
şairler olabiliriz
zulmü geçiştirmiş, sancımızı örselemişiz
yüreği eskitilmemişlerdeniz
ahenklidir, sesimiz, söyleyişimiz, şiddetimiz!

bardaklarımızı dolduruyor dalgalar
yıldızların
biriktirdiği özgürlükle

demode olmuş bir gurbetin çocukları
bu gece için sevgiyi
heceleyebildiğiniz kadar

nihayetinde bittik
şiirlerin dibinde…
isim babamız Mayakovski
kaydı yine
sonsuzluktan yüreğimize…

NİSA LEYLA

Evrensel Kültür-Mayıs 2013

Yorum bırakın

Filed under Şiirler

TÜRK EDEBİYATINDA ANTALYA ŞİİRİ

TÜRK EDEBİYATI’NDA ANTALYA ŞİİRİ

Pamfilya ırklar ülkesi anlamına gelmektedir. Antalya da her renkten insanın buluştuğu bir şehir olmuştur her dönem. Örneğin, Aspendos Romalılar, Saat Kulesi Bizanslılar Yivli Minare de Selçuklular döneminde yapılmıştır. Değişik medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır Antalya. Nuri Erkal da Antalya’nın bu yüzüne ayna tutmuş:

Kolay oluşmadı bu antik kent
Bu amfiteatr
Kaç kişi oturdu bu basamaklarda kimbilir
Ne oyunlar oynandı bu sahnede
Nice dilber sevildi Çağlar çağlayanı’nda
Kaç bayrak dalgalandı burçlarında kimbilir

Mimar Zenon muydu bu abideyi kuran
Belkıs’a sevdalı
Ya bengi su dolu tası uzatan
Kemer ustası kimdi
Belkıs’a ortak çıkan

Elenip geçtiler
Zaman kalburunda

Başka güzeller oturuyor şimdi
Aspendos basamaklarında

Peki Nuri Erkal’ın Antalya’sı için yazdığı şiirlerden sonra, benim aklımdaki Antalya’ya gelelim. Antalya denince Aklıma ne geliyor? Ne mi geliyor? Denizine sıkı sıkı sarılmış ve onun omzuna yaslanmış bir kent geliyor. Herkesin savrulup sonunda tutunduğu cilveli bir kent geliyor. Falih Rıfkı Atay’a göre Antalya ‘’bir kasaba, bir sürgün şehridir’’ Şimdiye kadar da kocaman bir kasaba ve tutunamayanların tutunmak istediği bir Oğuz Atay kenti değil midir? Bu yüzyılın başında ilk Antalya şiirleri Ahmet Hamdi Tanpınar ‘dan gelirken, en fazla denizine Atıfta bulunmuştur:

Sahillerin yasta, ufkun bütün sis,
Deniz, bu akşam bir matemin mi var?
Sularında soldu son açan nergis,
Yaza mersiye mi ufkunda rüzgar?

Tanpınar’ın yanı sıra, Antalya’ya şiir yazan pek çok Türk şairi olmuştur. Nazım Hikmet, Antalya’da yaşamış pek çok şairden farklı olarak Memleketimde İnsan Manzaraları’nda mapushane tanıklıklarıyla Üç Nokta Şehri olarak betimler eski Antalya’yı. Museviler Hristiyanlar ve Müslümanların ortak payda kentiydi ve nitekim şimdi de değişmiş değil Antalya. üç nokta derken:
Artık ‘’üç nokta’’ vilayeti üzerindeler
Hava ısınıyor saattan saata.
Ve Çarşamba günü ikindi vakti
Göründü taa
Karşıda, aşağıda
Gökyüzüyle birleşerek
dümdüz, tertemiz
Upuzun bir pırıltı halinde Akdeniz.
……………….
‘’Üç nokta’’ şehri 45 bin nüfusludur
Giritliler, Araplar, yerli Türkler.

Ve aynı şiirde Antalya’nın evlerine, gazinolarına, okullarına sebze ve balıklarına dahi değinmektedir Nazım Hikmet..Bunun yanında pek çok şarkıya besteye yarenlik etmiş dizeler de çıkmıştır.
Yıldızların Altında şarkısını, Ömür Bedrettin Uşaklı’nın Antalya için yazdığını hangimiz bilebilir:

Benim gönlüm sarhoştur
Yıldızların altında.
Sevişmek ah ne hoştur
Yıldızların altında!

Yanmam gönül yansa da
Ecel beni alsa da
Gözlerim kapansa da
Yıldızların altında

Antalya’da eskiden kadın yar’ı vardı, uçurum yani. Bunu Antalyalılar bilir de dışardan gelenler bilmez. Günah işleyen, kötü yola düşen kadınları bu yardan aşağı atarlardı bu yar hala durmaktadır bir nostalji olarak Aziz Nesin’in dizelerinde hayat bulur ki Aziz Nesin şaşırdığı her şeyi yazıya dökmüştür. Ben de ilk duyduğum zaman çok şaşırmıştım. Temennim, Antalyam’ın ve Türkiyem’in böyle hikayeleri geride bırakarak, bunları sadece dizelerde okumasıdır, şimdiki gibi:

Antalya’da kadın yarı
Atarlar o yardan günahlı kadınları
İki bin yıldan beri yutar günahları uçurum

Sen öyle güzelsin ki günahlım
Nasıl altın tutmazsa pas
Senin güzelliğin de günah tutmaz

Diyor Aziz Nesin.
Cahit Külebi,Antalya’dan etkilenmiş şairlerimizdendir,en çok da denizinden:

İşte şu gördüğüm deniz
Başka toprakların da denizi,
Üstünde şehirler kurulan
Kıyılara gemiler götürür

İşte şu gördüğüm dalga
Başka denizlerin de dalgası
Nice kadınları yıkamış
Okşamış rıhtımları
Antalya doğumlu ve Antalya’nın ilk mimarı olan Tarık Akıltopu Antalya’da yaşamış Antalya’nın sevdalılarındandır.Antalya hakkında pek çok şiiri olmasına rağmen,kısa bir şiiri bile kendisini ele vermektedir:

Falezlerin üzerinde
Bir Antalyalı
Bembeyaz olmuş
Saçları
Bakar da bakar
Akdeniz’e
Bakar da bakar
Toroslara doyamaz

Turgut Yücel’se Antalya’dan çıkıp giden şairlerden ve Antalya’nın eski haline özlem duyanlardan:

Antalya’dan çıktık iyi mi ettik
Tophanesi şimdi ışıl ışıl yanmıştır
Göbekli mavnaları,göbekli kumluğa
Uzanmıştır…

Antalya’dan çıktık iyi mi ettik
Karaalioğluna şu anda iğne atsan geçilmez
Çimiyordur çocuklar Deliktaş’ta
Ve buz gibidir suları içilmez

İsmail Uyaroğlu Antalya’yı mavi bir kent olarak tanımlıyor.Kiremitlerini,Dağlarını,hatta hatta insanlarını:

Her şey yemyeşil Antalya’da
Öyle ki;
Kiremitlerde bile bir yeşil özentisi

Ve mavi değil buranın denizi
Öteki denizler gibi
Masmavi.

Antalya’da insanlar
Biraz Toroslar,biraz deniz
Yani hem yalçın,hem mavi
Yani sık sık küfrediyorlar
Bir güneyli olarak
Ama küfrederken bile
Maviye çalıyor sesleri.

Gültekin Köktürk Suvarlı Antalyalı bir şairimizdir. Kısa bir şiirinden:

Antalya canım şehir
Uyumuştur şimdi
Bürünmüştür esmer geceye
Hevenk hevenk inceden inceye
Antalya canım şehir
Aylar yıllar arkasında
İçime doluverir hatıran
Uzar gider hikayeler
Denizden tophaneden kepezden

2000 yıl önce Bergama kralı II.attalos en gözde akıncılarını ‘’gidin bana yeryüzünün cennetini bulun’’
diye göndermiş. Akıncılar bu işin olmazlığını bile bile yola koyulmuşlar, diyar diyar dolaşmışlar, böyle bir yer bulamamışlar ta ki bir gün Çubukbeli denilen yeri aşıp yeryüzü cennetinin kapıları , çamların arasından Akdeniz’in büyülü akşamına açılıncaya dek. İşte Gazanfer Eryüksel de şiirinde ‘’şüphesiz en güzel şehri dünyanın diyerek, II.Attalos’a gönderme yapıyor, üstelik bu yeryüzü cenneti için sitem ederek ona sahip çıkmayı ihmal etmiyor. Gazanfer Eryüksel, eski Antalya’ya özlem duyuyor ve teknolojinin aşındırmasına kızıyor, tıpkı Mina Urgan, Cavit Orhan Tütengil, Sami Gürtürk, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kubilay Köktürk Suvarlı gibi.

Dağlara
Beydağlarına verip sırtımı
Bakakalmak mavisine Akdeniz’in…

Beni bende yitirdiniz
Siz
Beni siz öldürdünüz

Kesildi suyu falezlerimin
Yeraltı ırmakları dinler Ah’ımı
Teğet geçen yağmurlarla…

Ne eloğlu duyar,ne siz
Şüphesiz en güzel şehriydim dünyanın

Turunç, portakal çiçeği kokularımı
Unuttum
Çoktan

Kaç daireli nice apartmanlar çıkardınız
Portakal,turunç bahçelerimden…
Emanetini torunlarınızın
Kokumu,toprağımı,suyumu
Bereketini hayatın
Bir pula satıp gittiniz
………………..
Hiçbir şey olmamış gibi
Bakmayın yüzüme
Ben
Torunlarınızın emaneti Antalya
Şüphesiz en güzel şehriyim
Dünyanın hala
Cami yıkılsa da
Mihrap yerli yerinde

Yunus Yaşar da uzun yıllar, Antalya’ya dair şiir yazan, Karamanlı olup, Antalyaya sevdalı şairlerimizden.

Kale içi dar sokaklar parke taş
Tek bas gülüm topukların burkulur
Dost selamı bu türküler bizimdir
Sevdaya sarılmış
Limon çiçeği
Bu mavinin dinletisi el çırpan
Katıl sen de Tophane’den yudumlarken çayını
Bir yanı suskun belli
Akdeniz’e poz veriyor bir yosma
Uyuyan koyda
Fener gözleri

Adnan Yücel hocamdı. Adana’da Antalya’nın sözü edildi mi, gözleri uzağa dalar, sürekli özgürlük ve devrimden söz eden Adnan Yücel, birden sevdiğini özlemiş bir delikanlı tavrında;’’özgür olmalıyım özgür’’, derdi.’’ Akşam Adana’da uyuduğumda, Antalya’da Manavgat Şelalesi’nde uyanıp rakımı yudumlayabilmeliyim, zamanıma hayatıma set koymadan. İşte, yıllar sonra bu cümlelerle çıkacaktı karşımıza Adnan Yücel ve bu dizelerle:

Sular dağıtmış köpüklü saçlarını
Toplayıp gidiyor zaman çığlıklarını
Tarihin arka yüzü bir liman
gözlerinde yüzyılların ölümü
köleler boşalıyor kadırgalardan
zincirlerle çalarak şarkılarını
yürüyorlar adım adım
soylulara sunmak için kanlarını
tarihin ön yüzü bir diskotek
yakıp söndürürken loş ışıklarını
içinde müzik ve şehvet
birbirine çarpıyor kalçalarını
kim dinler ki açlıkları
Ecelsiz ölümleri kim

Adnan Yücel demişken, siz hiçbir öğretim üyesi şairin şiir yazdığı bir öğrencisini ziyaret ettiğini duydunuz mu? Ben duydum ve yaşadım. Kız arkadaşım,’’ hocam’’ demiş Adnan Yücel’e,’’benim
arkadaşım şiir yazıyor ve sizinle tanışmak istiyor. Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde bir anons Sabancı Kız yurdunda Adana’da. Adnan Yücel gelmiş. Kulaklarıma inanamadım. Şiirlerimle beraber yurttan çıktık. Ben çok ama çok heyecanlıyım. Bir yerde oturduk ve şiirlerime göz attı. Hemen kalem elindeyken, okumazsam olmazları not etmeye başladı. Bunların başında Mayakovski geliyordu. Evet, Mayakovski’yi hiç okumamıştım. Hemen o kitapları edindim ve bir kısmını da kendisi temin etti. Bu konuya neden değindim? Antalya’nın son dönem ve sadece Antalya’ya özgü etkinliklerinden birisidir Dolunay geceleri her dolunay gecesinde bir şiir etkinliği düzenlenir İşte o gecelerden birisinde ilk göz ağrım sevgili Adnan Yücel’e ithaf ettiğim Antalya Dolunay Geceleri için yazdığım şiirle sözlerimi noktalıyorum:

DOLUNAY GECELERİ
-Adnan Yücel’e-
-çek bir Mayakovski !
geçen yılların üzerine
içkide sert, sözcükte şiir
çekiiin bir Mayakovski !

Dolunay gecelerinde Antalya’da
Akikten kumlar
kızıl ateş etrafında
şiirdensiniz bu gece
dokunun yıldızlara…

Nazım’ı gitmiş vah’ı kalmamış
şairler olabiliriz
zulmü geçiştirmiş, sancımızı örselemişiz
yüreği eskitilmemişlerdeniz
ahenklidir, sesimiz , şiddetimiz!

bardaklarımızı dolduruyor dalgalar
yıldızların
biriktirdiği özgürlükle

demode olmuş bir gurbetin çocuklarıyız
bu gece için içebildiğiniz kadar

bittik
şiirlerin dibinde…
isim babamız Mayakovski
kaydı yine bardaklardan yüreğimize.

NİSA LEYLA

Yorum bırakın

Filed under Yazılar